10 kasım

Bu Blogda Ara

28 Haziran 2012 Perşembe

Baba, oğul, kutsal işkembe - haşmet ateser

Baba, oğul, kutsal işkembe


İşkembe, işkembe ama öyle küçümseyip burun kıvırma ona. İşkembe dediğin çorbadan daha fazlasıdır, en azından benim için. İşkembe nihayetinde kuşak buluşmasının tam ortasındadır, masanın bir ucunda 50’sine gelmiş babam, diğer ucunda onun yarısından azı olan ben, oturur duble kaselerde afiyetle içeriz.
-Ha bu arada karşılıklı içki içmeyiz, ataerkillikle yoğrulmuş sentez bir muhabbet vardır aramızda, yıllarca süren kavgaların getirdiği noktada stabil bir düzen oturttuk sayılır. Çok asist yapıp az top kaybeden bir oyun kurucu gibi hissetmekteyim kendimi. Haftada 1 kavga ederken şuan yılda 2 defa falan kavga ediyoruz iyi bir ortalamaya sahibiz. Benim saygım, babamın kuralları ve ara ara gösterdiği hoşgörüyle çizilmiş sınırlarımız var.

Sevgili pederim ilginç adamdır, felsefe sever çok okur, güzel konuşur, kendini kabul ettirme egosu yoktur, zaten o konuşunca ortam onu kabul eder.

-İlginçtir ki hayat felsefesi felsefenin kendisine bir küfür maiyetindedir adeta. Aşırı kuralcıdır, akışına bırakmaz sonuna kadar planlar, özgürlüğün sınırsızlığını kabul etmez aksine elinden geldiğince kurallarla duvar örer etrafına. Üzerinden atlayıp atlamamak bana kalmıştır.
 Hayatı boyunca edindiği tüm tecrübelerden yararlanılmasını bekler, yani ben bunu yaptım şu oldu, sen yapma mevzusu. Kendi adıma çoğu zaman yararlanmadım, her yaşımda farklı bir sebebim vardı. 14-20 yaş aralığında saf asilik ve serserilikti sebebim. Şimdilerde daha farklı. Yaşanmış tecrübelerin doğduğu olaylar ne kadar benzerlik gösterirse göstersin sonuçlar farklılık gösterebilir, çünkü bu denklem birden fazla değişkeni içinde barındırır. Kişiler, karakterler, verilen tepkiler bırakılan etkilerden falan bahsediyorum.
 Mesela siz İstiklal’de sabaha karşı yanınızda alkoden kendini kaybetmiş bilincini yitirmiş bir arkadaşınızla benetton mağazasının önünde otururken önünüzden geçen bir travestiyle problem yaşabilirsiniz, size laf atabilir, salça olabilir, dövebilir falan. Ama ben alkolden bilincini yitirmiş arkadaşımla İstiklal’de bir mağazanın önünde oturup kara kara düşünürken o travesti gelip bize yardım teklif etmiş, kendince telkin edip dönüş yolculuğunda tekrar bize bakacağını söyleyemişti. Mesajım travestiler iyidir kötüdür falan değil. Sadece olaylar ne kadar birbirine benzerse benzesin denklemin içinde insanlar oldukça değişkenlik göstereceklerdir, insan doğası bunu gerektirir.

  Tabi ki edinilmiş tecrübelere çöp muamelesi yapmadım, hepsini dinledim, sadece uygulamadım. Karşılaşabileceğim durumlara kendimi ben olarak hazırladım. Çünkü ben onun tecrübelerinden yararlanırsam 2 tane insan ömrü benzer bir hayat için harcanmış olacaktı. Bence büyük israf, sonucu spontane gelişsin istiyorum hayatımın süpriz, acı yada tatlı fark etmez daha önce tatmadığım içkileri denemeyi severim. Anlıyacağınız ben kendi tecrübelerimi kendim olarak edinmeyi tercih ettim ki anlatacak yazacak hikayelerim olsun.

 Hikayemin boka sardığı olmadı mı oldu tabi ki hemde birden fazla kez ama hiçbir şey kaybetmedim, 3-5 kişi arkamdan güldü belki, yada beni eleştirdi bilmiyorum, koymuşum götüne banane. İnsan beşer kuldur şaşar sonuç olarak hala yaşıyorum, kendimi özgürleştiriyorum yaşadıklarımla, toplumun yıllardır üzerimdeki baskısını kendi karakterimmiş gibi kabullenip yaşamışım, 2-3 defa içip sıçtıysam kime ne?

Baba-oğul ilişkilerine dönelim ne kadar sevgi üzerine kurulu olsada toplum baskısıyla şekillenir. Senin baban olan figür başka birinin oğludur ve oda aynı şeyden nasibini almıştır. Böyle görmüştür babasından ve oğluna biraz revize edilmiş haliyle yansıttığı odur. Bu toplum baskısıdır ki babamla karşılıklı içmeme engel olmuştur, benim esnek bir gençlik dönemi yaşamamı engellemiş, karakterimi tüm seçenekleri görmeden onun getirdiği dayatmalarla şekillenmesini sağlamıştır. Asi tavırlarımın ve serseriliğimin altında bu baskıya bir baş kaldırı yatar, benim baş kaldırılarım hep kendime zarar vermiştir ama kendi tarihimde önemli birer dönüm noktası olmuştur herbiri. Daha bu ergenlik diye tabir edilen çocukluk yıllarında alkolle alakalı getirilen dayatmalar öyle darlamıştır ki beni parkda bahçece bira, viski, votka zıkkımlanmaya başlamışımdır arkadaşlarımla. Matah bir şeymiş gibi hissettirirdi içip eve gelmek, çünkü bir sınırı geçtiğimi bilir, verdiği hazla övünürdüm kendi kendime. Hatta daha lisedeyken okula içerek giderdik 1-2 arkadaş. Nisan ayının kendine has o hafif rüzgarlı, ısıtmayan ama mutlu eden güneşli öğlen saatlerinde okula giderken biralarımızı alır, öğrenci parlamenti vigorumuzu tüttürerek demlenir öyle varırdık okula, sonra ilk 2 ders zıbarır yatardık arka sırada. Tabi bendeniz işin bokunu çıkarttım,saat 9 da kahvaltıya gittiğim arkadaş evinde, dolapdaki rakının cazibesine kapılıp öğlene kadar bir büyüğün altından girip üstünden çıktım. Sonra okula gidip din dersinde bi güzel sınıfın içine kustum, din dersi olmasıda ayrı bir ironi kattı olaya ya neyse. Öğrenim hayatım direkden döndü, tasdiknamem yazıldı ama araya giren ciddi torpil sonucu yırtılarak uzaklaştırmaya çevrildi. Uzaklaştırma yeni bir hikaye değildi benim için yadırgamadım pek. Yinede derin bir sarsıntıya yol açmıştı okuldan atılma/atılmama ve geri dönme süreci.

 Daha çocuktum, toplumun getirdiği sınırları aşmanın ne kadar ağır cezalandırılacağını hayal bile edemezken suratıma yumruğu yemiştim. Bir süre diğer herkes gibi araziye uyum sağlayarak vakit geçirdim. Yıllar içinde belli şekillerde acısını çıkartmaya çalıştım toplum baskısının, öğrenci olmak okula gitmek istemiyordum, tepkimi bağıra çağıra içe sıça göstermek istiyordum. İçimde bir şeylere baş kaldırmak isteyen başka biri vardı adeta. Bu psikoloji kendini farklı şekillerle dışa vurdu, solculuk oynuyordum, eylemlere katılıyor, bildiri dağıtıyordum, polislerle seviyeli bir ilişkim vardı, ben çav bela diye bağırdıkça onlarda tabağı boş göndermiyor jop ve biber gazıyla nezaket gösteriyorlardı. Eylem sonrası diğer solculuk oynayan arkadaşlarla birlikte ucuz esnaf lokantasında pilav üstü kuru yiyor sonra uçan eve gidip bira içiyorduk. Kimi mark, kimi lenin, kimi mao diyordu çok nadir Atatürk’ü hatırlayan oluyordu. Yanlış hatırlamıyorsam 2007 yılıydı, kentsel dönüşüm diye bir hikaye çıkmıştı başımıza tarlabaşı’nı yıkacaklardı, yüzlerce aile sokakda kalmakla burun burunaydı. Bu ufak solculuk oynayan ekiple beraber kentsel dönüşüm projesi dahilinde evlerinden atılacak insanları örgütlemek istiyorduk lakin kapılarına gidip onların yanında olduğumuzu söylediğimiz insanlar bizim için bunlar komunist,pis ateistler diyip kapıları şiddetle yüzümüze kapıyorlardı. Eylemler, bildiriler, solculuk oynayan güzel kızlar gibi bir kargaşa içinde zaman geçti. Sonuç elde etmeksizin bünyeme yerleşmiş o sanal gurur beni terk etti. Ses getirmeyen, sonuç doğurmayan eylemler bana göre değildi, kendimi bu tiyatro ile daha fazla kandıramazdım, nitekim tüm oy potansiyelimiz ,3 idi, vazgeçtim. Babamla laflarken durumdan bahsettim, Türkiye şartlarından, insanların ekmek kavgasından falan bahsetti, bırakarak doğru olanı yaptığımı ve hayatımın bundan sonraki kısmını iyi bir iş ve kariyerle yapılandırmamı söyledi, söylemenin ötesinde bunun için tavsiyeler/planlamalar yapıp işleme aldı. İş ve kariyer, toplumun bir diğer dayatmasıydı, parayı bir afyon gibi kullanarak bizi uyutması ve en önemlisi parayı araç olmaktan çıkartıp amaç yapması sergilediği güzel figürlerden birkaçıydı, bu şekilde dizginlerimizi eline alıyordu. Para kazanmak birçok insan için öyle bir ideoloji haline geliyordu ki kazandığı zaman nasıl harcayacağını bile bilmiyor, kendini daha fazla kazanmak için motive ediyor, ölene kadar çalışıyor ve çok çalışılmış boş geçilmiş bir hayatı arkasında bırakarak bu dünyadan ayrılıyordu.

  Yıl 2012 ama hangimiz 1700’lü yılların sömürge altında yaşayan insanlarından daha özgür olduğumuzu iddaa edebiliriz? Daha iyi giyiniyor, daha rahat yerde yatıyor, yada daha iyi besleniyor olmamız mı bizi özgür kılıyor dersiniz? Kıçımla gülüyorum böyle özgürlüğe modern dünyanın yeni jenarasyon köleleriyiz çoğumuz. Bu çoğunluğa mensup olmayan, gönlünce içen, tüttüren, dans eden, dizgini olmayan kafasına göre yaşayan toplum tarafından siktir edilmiş değil toplumu siktir etmiş insanlarda var tabi, onlara saygı sevgi ve yaşadıkları hayata özlem duyuyoruz. Soruyorum onlara harikalar diyarına düşmek için hangi delikten atladınız?

*Haşmet Ateşer


http://www.herseyiyazar.com/baba-ogul-kutsal-iskembe.html

27 Haziran 2012 Çarşamba

#penguen sonsayı kapak - polis şiddeti

PENGUEN'İN KAPAĞINDA POLİS ŞİDDETİ VAR
Geçen hafta biri bovling salonunda diğeri sokak ortasında yaşanan polis şiddeti mizah dergisi Penguen'e böyle kapak oldu...
http://www.facebook.com/muhalifcizgilerFacebook sayfamız

muhalifcizgiler politık karikatürler suriye de neler oluyor








1 Haziran 2012 Cuma

#abdestli kapitalistler de herhalde şeytanın abdest almış halidir!

#abdestli kapitalistler de herhalde şeytanın abdest almış halidir!

-Nitekim “muhafazakar”, “İslamcı” denilen kapitalistler en pahalı evlerde oturmaları, en pahalı arabalara binmeleri, her şeyin en pahalısını giyip yemeleri yetmezmiş gibi dünyanın en pahalı otel ve eğlence merkezlerinde, moda defilelerinde boy göstermektedir. #Kapitalizm şeytani bir yaşam tarzı olduğuna göre,
abdestli kapitalistler de herhalde şeytanın abdest almış halidir!

*Kaynak: Lütfü Oflaz - Akit Gazetesi

musa kart çizdi -muhalifcizgiler

ergin asyalı çizdi -muhalifcizgiler polıtık karikatürler

muhalifcizgiler -haftanın karikatürleri